YUSUF TAKTAK: “SANAT KAVRAM YARATMAKTIR.”

0
219
Yusuf Taktak (Foto-Ayse Kosak)

Brieflyart, 2023 sonbahar programı kapsamında ressam ve akademisyen Yusuf Taktak’ın kişisel sergisi “Başka Zaman – Başka Mekan”a ev sahipliği yapıyor. Galeride üç boyutlu işlerin de yer aldığı etkileyici bir eser seçkisi çevreliyor bizi. “Umut” adını verdiği tabodaki ‘dikilitaş’ ve diğerlerindeki ‘bisiklet’ sanatçının eserlerindeki temel ve baskın ikonografik göstergelerden birisi. “Kutu” ise sanatçının temel bir çağdaş sanat malzemesi olarak karşımıza çıkıyor. Akademideki öğrencilik yıllarından bu yana kendi anlayışı çerçevesinde kolaj ve asemblaj, enstelasyon örnekleri yapan Yusuf Taktak, resimlerinde ve büyük kutular üzerine karışık teknikle yaptığı çalışmalarında gerçek ve yanılsamayı birlikte değerlendiriyor. Bununla birlikte eserler, son aylarda ülkemizde yaşanan doğal afetlerin etkisini de izleyiciye taşıyor. “Benim resimlerimde belli bir silsile vardır,” diyor Yusuf Taktak. “Resimlerimde dikilitaş ya da ev-evler görüyorsanız bütün bunların bende öncesi vardır. Bu yolu kat ettikten sonra bugünlere geldim.” Sanatçı ile sergideki eserleri hakkında konuştuk.

Bir Dramin Dusundurdukleri, 2023, Tuval Uzeri Akrilik, 190×149 cm – “Öncelikle “kutu”nun bir nesne olduğunu ve Yusuf Taktak’ın kendine özgü üslubunu başka bir boyuta taşıdığını söyleyebiliriz. Aslında nesne onun resminde, saf-yapısal haline yakın bir tarzda olsa da, daima temsil edilmiştir. Bunu anlamı, sanatçının dış dünyaya dayanan bir tür fenomenolojiye yaslanmaktan asla vaz geçmemesidir. Söz konusu olan, sanat pratiğinin salt zihinsel bir soyutlamaya dönüşmemesi, nesneyle olan ilişkiyi korunması ve sanatçının benliğin içine kapanmamasıdır. Onun resminde saf geometrik formlar, daima, o formlara temel teşkil eden –başta çadır ve dikilitaş olmak üzere– geometrik temelli nesnelerden çıkmış ya da onlarla birlikte ele alınmıştır. Üstelik tuvallerinde öteden beri var olan ihtiyatlı kolaj kullanımı, nesne parçalarını işin içine katarak, resmindeki biçimcilik (akıl) ve kendiliğindenlik (duygu) arasındaki estetik salınımı daha da karmaşıklaştırmıştır.” (Alıntı Sergi Kataloğu – Nusret Polat)

Şebnem Atılgan: Hocam, her resmin bir hikayesi mi var?

Yusuf Taktak: Benim resimlerim varyasyon resimleri değildir. Birbirine benzeyen resimlerin açık, koyu ya da farklı renklerle yapılmış tekrarları da değildir. Evet, hepsinin kendi başına hikayeleri vardır, çünkü her resim kendine özgü bir yaratıya sahiptir. Bunu özellikle belirtmek isterim. Buradan yola çıkarsak eğer, akademi yıllarımdaki çalışmalarımdan söz etmem gerekir ki, o yıllarda figüratif işler yapıyordum.

Sergi ve eserler aynı zamanda sizin de -sanatsal- hikayenizi aktarıyor bizlere…

Şöyle, o dönemki adıyla Batıda çokça yaygın olan Fotorealizim-Fotogerçekçilik, Hiperrealizim gibi akımların yanı sıra kavramsal sanattan da etkilenmiştim. Bütün bunların toplamında daha öğrenciyken sıra dışı işler yapıyordum. Örneğin tuvalleri yere koymak ve arkadan seslerin gelmesi, bir çeşit ses enstalasyonu gibi. Tabii o dönemin hocaları -Adnan Çoker dışında- işlerime büyük tepki gösterdiler. Kimi zaman “Bu tür resimler olmaz” diyerek, kimi zaman da düşük notlar vererek tepkilerini yansıttılar. Fakat ben işlerime devam ettim, çünkü Adnan Çoker Hocam işlerime inanıyor ve beni destekliyordu. Toplumsal konulara dönüşümüm ise askerlik görevimin ardından başladı. Askerde, çok farklı çevrelerden gelen insanlarla bir aradaydım. Açıkçası farklı insanlardan oluşan bu çevre, öğrenciyken anlayamadığım bazı şeyleri anlamama yardımcı oldu. Askerden döndükten sonra toplumsal içerikli resimler yapmaya başladım. Öğrenciyken yaptığım gerçekçi resimler, böylece toplumsal gerçekçiliğe dönüştü. Bu benim için iyi bir çizgiydi, diye düşünüyorum. İşçi çevrelerinde dolaşıyor ve fabrikalara duvar resimleri yapıyordum. Tarlabaşı’nda, Kartal’da, Antalya’da, Kuşadası’nda birçok duvar resmi yaptım. Bu resimleri yaptığım o yıllarda Atina’dan davet geldi, gittim ve orada da büyük resimler yaptım.

Tekinsiz, 2023, Kutu-Karisik Malzeme, 76x100x20 cm – “Kutu gerçek bir nesnedir ve akademik tuval geleneğinin normatifliğinden kaynaklanan Kantçı-Greenbergcü anlamdaki biçimci gücünü ve saflığını –her ne kadar sanatçı, yukarı da belirttiğim gibi özellikle kolaj unsurunu resmine yer yer dahil ederek bu anlayıştan epey uzaklaşmış olsa da– bu defa tümüyle bozar. Sanatını öznellik alanından daha çok nesnellik alanına kaydırır; kamusal şeylerin dünyasına iyice yaklaştırır. Nitekim, buradaki “kutu resimleri” pandemi döneminde eve, yani bir anlamda bir ‘kutunun’ içine kapanmanın bir sonucudur. Temel bir insani ortak deneyim alanına ait, tüm dünyayı derinden etkileyen bir olay Yusuf Taktak’ın çıkış noktasıdır. Kamusal olan tam da bu noktada belirir. “Kutu” herkesin yaşadığı bir deneyimi temsil eder; ancak içindeki imgeler ve nesnelerin sanatçının seçimi olması bu deneyimi öznelleştirir. Dolayısıyla “kutu” aynı anda ortak olanının ve olmayanın birlikteliğidir. Somut yaşantının içinden seçilmiştir, ama aynı zamanda bir temsil işlevi görür. Zihinsel bir imgeden çok daha fazlası, etkileri beden üzerinde hissedilen somut duygulanımın mekânsal temsilidir.” (Alıntı: Sergi Kataloğu – Nusret Polat)

-Siz de, sanatınız da giderek yeni dönüşümlere doğru evriliyor, öyleyse…

Tabii bir yandan da kendi sanatımı sürdürmek için tuvallerde işçiler, grev çadırları gibi çalışmalarımı yapıyordum. Bir süre sonra grev çadırlarına, işçi sınıfı bağlamının dışında bazı anlamlar yüklemeye başladım. Biliyorsunuz eski Türkler göçebe bir yaşam sürüyorlardı. Yaşam, yerleşim mekanları ise çadırlardı. İşte, o yıllarda ben de hep bir mekan kaygısı vardı. Böylece resimlerim iki boyutlu çalışmalara doğru evrilmeye başladı. Diğer taraftan resimlerimde soyutlamalar baş gösterdi. Aslında bu dönüşümleri yaşamaktan mutluluk duyuyorum.

-Çadırlar, dediniz hocam. Bu figürü biraz daha açar mısınız?

Benim açımdan o çadırlara sahip olmak çok büyük bir tesadüf, diyebilirim. Bu çadırların ardından da üçgeni keşfetmek tabii… İlk sergimde çadırlarla birlikte üçgenler de belirmeye başladı. Füreya Koral sergime gelmişti. “’Yusuf Bey, üçgenleriniz çok enterasan geliyor bana. Ben size, yüzü aşkın üçgen sembolünün ne anlama geldiğini içeren bir kitap getireceğim, dedi. Ben, ‘Sakın getirmeyin, çünkü’ dedim. ‘Bir yere referans vermek istemiyorum. Ben içimden ne gelirse özgün olarak onu ifade etmek istiyorum.’” Bu üçgenler bir süre böyle devam etti, sonra ağır ağır dönüşmeye başladı. Ben, iki boyuta saygı duymaya başladım, artık iki boyutlu işler yapıyordum.

-Bu sergideki resimlerinizde çeşitli biçimlerde gördüğümüz temsili evler, piramitler, dikilitaşlar ve bisikletler; kareler, üçgenler, dikdörtgenler ve daireler kutuların içine yerleşiyor. Tuvallerinizde iki boyutlu olarak sunulan bu ikonografi burada üç boyutluluk kazanıyor; imgeler ve nesneler gerçek mekan içerisine yerleşiyor. Bize eserlerinizdeki bisikletlerden söz eder misiniz?

Öğrencilik yıllarımda motosikletler yapıyordum; çevreye saygı duyarlılığım nedeniyle bu figür giderek bisiklete dönüştü. Benim çocukluğumdan bugüne gelen nostaljik bir formdur bisiklet… Daha önemlisi bisikleti insanla özdeşleştirmiş olmam… Bisikleti insan yaşamına benzetmeye başladım, bu çok ilginç geldi bana… Biliyorsunuz bisikletin geri vitesi yoktur. Bir bisikleti kullanırken hep ileriye doğru gidersiniz. Enerjiniz bittiği zaman da düşersiniz yani ölürsünüz. Bu düşüncelerle birlikte her resmimde üçgen ve bisiklet benim simgem oldu. Zaten bisiklette de üç tane üçgen vardır. Bisikletin selesine oturduğunuzda piramidal bir görüntü oluşur. Diğer bir deyişle, bisiklet de insanla bir anlama ulaşır. Dekoratif bir yapı değildir çünkü bisiklet, insana yardımcı bir elemandır. Dolayısıyla üçgen ve bisiklet formları benim resimlerimde gittiler-gediler böyle… Adeta sahnede benim aktörlerim gibiydiler. Ben de onları soyutlamanın bana sağladığı özgür ortamlarda kullanmaya başladım.

Parcalanmis, 2021-23, Kutu-Karisik Malzeme, 33x24x5 cm – “Bisiklet ise, insanın “özne” olma halinin göstergesidir. Bisikleti istediğim yöne çevirebilir, böylece kendi elimde olan bir dünyayı yaratabilirim. Öte yandan sürekli hareket halinde olmam gerekir ki bisiklet işlevini yerine getirebilsin. Bisiklet, burada, genel anlamda insanın özel anlamda ise Yusuf Taktak’ın kendi bireysel hayatının bir tür sembolik temsildir. Demek ki sanatçının ikonografik repertuarındaki bu iki temel nesne-formun birlikte kullanımı, metafizik varlığımız ile somut öznel-maddi gerçekliğimiz arasındaki ‘karşıtlık’ ve karşılaşma için harikulade birer metafor işlevi görür.” (Alıntı: Sergi Kataloğu – Nusret Polat)

-Dikilitaşlar da çadır imgelerinin soyut bir yansıması mı, hocam?

Dikilitaş, 1970’lerin sonunda işçi grevlerindeki çadırların soyutlaşarak üçgenlere dönüşmesidir. Benim resimlerimde Sultan Ahmet Meydanı’ndaki Theodosius Obeliski’nin somut etkisiyle birlikte – üçgenin dikeyleşmesi sonucu oluşmuştur. Ben Sultanahmet Meydanı’nı çok severim. Sultanahmet’te saatlerce oturur, Ayasofya’yı, İbrahim Paşa’nın sarayını ya da Hipodrom’daki dikilitaşları seyrederim. Meydanı seyrettikçe, Dikilitaş’ın bana çok hitap ettiğini düşündüm. Dikilitaş bana, benim dikey üçgenlerimin devamı gibi geldi. Elbette dikilitaşlar uygarlığın simgeleriydi. Her uygarlık kendine göre bir uygarlık taşı yaratıyordu. Neden benim de bir uygarlık taşım olmasındı? Yusuf Taktak, 21. yüzyılda İstanbul’da yaşıyor değil mi? Benim de küçük, tuval dikilitaşlarım olsun, çünkü resimlerinde yazı da yazıyorum. Hipodromdaki dikilitaşın üzerinde hiyerogliflerin olması benim için çok büyük bir avantajdı. Böylece yazılar ve dikilitaş birleşti.

-Eserlerinizden üçü “Tekinsiz” adınız taşıyor. Bununla birlikte, üst üste dizilmiş ev maketlerinin kırılgan duruşları, deprem tehlikesi ve uzun bir süre maruz kaldığımız pandemi sırasındaki kapanma zamanlarının yansımaları… Fakat renkleriniz bu sıkıntılara asla boyun eğmiyor.

Pandemi ve ardından depremin yaşandığı anlarda ben atölyedeydim, resim yapıyordum. Elbette deprem  hepimiz için müthiş bir dram, üzüntü, gözyaşı… Herkesin acısını paylaşıyorum. Bu süre zarfında ve devamında bende de bu tür resimler çıkmaya başladı. Dikilitaşın tepesinde bir ev formu, mesela. Bu, daha önce yaptığım konstrüksiyonlar gibiydi. Depremin ben de bıraktığı izlerle bunları kullanmaya başladım. Ama ben de sorguluyorum kendimi; madem depremleri yapıyorsun, neden dram yok resimlerde? Çünkü dram dediğimizde resimlerde koyu renkler, kahverengiler falan olur. Peki ben de neden böyle olmadı? Ben de bilmiyorum! Bu renkleri kullanmamın nedeni aydınlığa kavuşmak için mi acaba, diye düşünüyorum. Renk, ışığın-aydınlığın göstergesidir. Işık olmazsa renk kendini gösteremez. Nasıl ki empersiyonistler doğaya çıktıkları zaman renklerle karşılaşıyorlar, öyle değil mi? Böyle keşfediyorlar doğayı. Daha önceki resimlerinde de kahverengi renkler vardı. Neden? Çünkü atölyelerinde çalışıyor, doğal bir şey göremiyorlardı. Benim resimlerimlerindeki renklere gelince… Belki bu resimlerin yorumlanmaya ihtiyacı var. Tabii ben iç dünyamı anlatıyorum size… Sonra da bu tuvaller ortaya çıktı. Daha önce de söylediğim gibi kolaj ve asemblajlar yapıyordum. İşte buradaki kutular da onların devamı niteliğindedir. Diğer bir deyişle, akademide öğrenciyken ne yapıyorsam şimdi de onlara devam ediyorum.

-İnsan figürü kullanmıyorsunuz…

Evet, çünkü seyirciyi yönlendirmek istemiyorum. Bilinen bir şey olduğunda insanlar hikayeler yazmaya başlıyor. Ben, hikaye resmetmek istemiyorum, resmin kendisini anlatmak istiyorum. Picasso’dan önemsediğim bir örnek vereyim ki, soyut resimleri anlamak için de önemli bir alıntıdır. Picasso diyor ki, bir gülü sevgilinize verdiğiniz zaman sevginizi; anne-babaya verdiğiniz zaman saygınızı; hastaya götürdüğünüzde iyi dileklerinizi ifade eder. Oysa gülün yapraklarını açtığınızda dikdörtgen biçiminde, birtakım kırmızı formlarla karşılaşırsınız. O biçimler yan yana geliyor ve gülü yaratıyorlar. Picasso, “Ben de” diyor, “her resimimde yeni bir gül yaratmaya çalışıyorum.” İşte ben de elimden geldiğince bunu yapmaya çalışıyorum, çünkü sanat kavram yaratmaktır. Sanat yeni bir şey yaratmaktır. Ola gelen, oluşan şeyleri devamlı yapmak, sanatın dili olamaz, zanaat olur o zaman. Siz de zanaatkar olursunuz. Ben de doğrusu bunca yıl sanata emek veren birisiyim. Hem Türk sanatına hem kendi sanatıma…

-Resimlerdeki kutular, hem nesne hem de imge olarak karşımıza çıkıyor, diyebilir miyiz?

Şöyle; az önce ‘mekan’ demiştim. İşte mekan; bir odanın protatipi aslında kutular. Keza, galerinin bulunduğu sergi mekanı da bir kutu benim için. Buraya açık, koyu renkler eklenebilir. Büyük ya da küçük bir resmi oluşturan tüm ögeler bunlardır zaten. Resmin rengi, resmin açık-koyusu, gölge ışığı, hareketi, oranları vs. Resmi yaparken de bunları düşünürsünüz. Kutularda da aynı şeyi düşünüyorsunuz. Sergi düzenlemesini yaparken de öyle… Tüm bunlar birbirine çok benziyor. Ben de bu doğrultuda yaptım kutuları. Bir yerde kutular olsun diğer bir yerde resimler olsun demek, konuyu iyice ayırt etmek oluyor, çünkü ben resimleri de kutuları da aynı kafayla yaptım. Birbirinin devamı niteliğindeler.

Yusuf Taktak’ın “Başka Zaman – Başka Mekan” başlıklı kişisel sergisi, 15 Ekim 2023’e kadar Salı-Cumartesi günleri 10.00 – 19.00; Pazar günleri 13.00 – 19.00 saatleri arasında Brieflyart’ta ziyaret edilebilir.

YUSUF TAKTAK HAKKINDA

1951 Bolvadin’de doğdu. 1969-70 döneminde girdiği İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Resim Bölümü Prof. Adnan Çoker Atölyesi’nden 1974’de mezun oldu. Aynı yıl Salzburg Yaz Akademisi Prof. Mario Deluigo öğrencisi oldu. 1976’da İstanbul Resim ve Heykel Müzesi ve Prof. Adnan Çoker Atölyesi’nde asistanlık yaptı. Her iki kurumdan da 1990’da istifa etti. Kısa bir süre Yeditepe Üniversitesi ve 2005’den 2016’ya dek YTÜ Bileşik Sanatlar bölümünde görev yaptı. Beyoğlu’ndaki atölyesinde çalışmaktadır. Yurt içi ve yurt dışında 29 kişisel sergi açmış ve aynı şekilde karma sergilere katılmıştır. Türk sanatıyla ilgili sergiler düzenlemiş, Öncü Türk Sanatı, Günümüz Sanatçıları, Modern Türk gibi önemli sergileri yapmış, Plato dergisini çıkarmıştır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz